Bejan Matur Her taş bir kelime
Bejan Matur Tüm Yazılarını www.edebiyatparki.com web adresinden okuyabilirsiniz. Bejan Matur Her Taş Bir Kelime Yazısı , Bejan Matur Yazıları, Şiirleri, Oku, Edebiyat Dergisi Bejan Matur, Kimdir ?
Her taş bir kelime Bejan Matur
Şiirlerimin
hiçbir eskizini yok etmiyorum. İlk defter halinden son dosyalanmış haline
kadar, arada defalarca yeniden yazılan şiirleri tutuyorum. Şiirin hikâyesini
bütün bu yazılanlardan daha iyi o arşiv anlatır çünkü!
Bir şiirin hikâyesini yazmak, şiirin
gelişini yazmaktır. Gelir çünkü. Bir sestir başlangıçta. Çağırır… Çağırmakla
kalmaz, ruhu ele geçirir. Gelen sesin ne söylediği size de açıklanmış değildir.
Bir perdeyle var olur. Ruhuna gireceği şairi derinliğine çağıran büyük vakum...
O vakumdan hangi harflerin aktığı, hangi kelimelerin size yağdığı hiçbir zaman
bilinemez. O nedenle bir şiirin hikâyesini yazmak, sesin hikayesini yazmaktır.
Sesin gelişini, esir edişini…
Çünkü
şiir başlangıçta sadece sestir. Kelimeleri yoktur. Anlam yoktur. Kâğıt kaleme
sahipsem bana kelime olarak görünen şeydir… Bu nedenle beş kitabın
sonuncusundan başlamak istedim. Çünkü diğerlerine hiç benzemeyen bir kuvvetle
geldi. Bir göktaşı gibi aktı ve düştüğü yerde büyük bir krater açtı. Bir ses
krateri… Ve ben o kraterde bulduğum sesleri kelime yaparak taşa dönüştürdüm
yeniden. Aslına dönüştürdüm yani. Sonsuzluktan süzülmüş küçük siyah taşlar.
Parlaklığı ile kalbin sonsuzluğa ait olduğuna işaret eden…
Bir
ses duyduğunuzda o sesin nereden geldiğini hissedersiniz. Bir yönü vardır. Bana
görünen bir şehirdi; Urfa'ya gittim ilkin. Duyduğum sesin peşinden gittiğimi
orada daha çok anladım. İbrahim Peygamber'in dergâhında oturup kelimeleri
bekledim. Geldiler... Diğer şiirleri de getiren bozkır manzarası perdeleri açtı
önümde. Büyük bir hayret ve büyülenmeyle taşlarla konuşmaya başladım. Her taş
bir kelimeydi. Orada anladım…
Soğmatar'da
bir gün hatırlıyorum; yalın ayak tepeleri yürüyorum. Şiir zaten yürürken
gelirdi… Tepeleri bir zar gibi örten taşlara basarken duyduğum sesler bir
senfoninin notaları gibi zihnimde belirmeye başladı. Bir yapı kurmak o anda
mümkün değildi belki ama heybemde hep taşıdığım kağıt, kalem yardım etti.
Bazen
duyduğum bir ses o kadar yaklaşıyordu ki, kelime oluyordu. Benden doğumunu
isteyen kelimeler, dizeler bir bir kâğıda düşüyordu. Nefesimi kesen bir hızda
yazıyordum. Bazen yorulacak kadar çok. Bir kaya kovuğunda, dağın gölgeli bir
yüzünde, bir nehir kıyısında olmak fark etmezdi. Kelimenin beni durdurduğu her
yerde durdum. Şiiri kaydetmekle görevliydim sanki. Bu görevin beni iyileştiren
bir şey olması, devam etmemi sağladı. Şiir ağıt değil miydi
zaten?
İlkinde
on gün kaldım; İbrahim'in yurdunda İbrahim'le bir konuşma başlatmak, sürmekte
olan o konuşmaya dâhil olmak için. Aksi zaten mümkün olamazdı. O çağrıya kulak
vermeyen biri, zihin akışını bozacak serüveni göze almış demektir! Sonra
İstanbul'a döndüm. Evime… Ama İstanbul ev değildi artık. İstanbul'da
duyamadığım o ses beni geri çağırdı. Tekrar gittim. İkinci defa. Ama bu kez
sesin coğrafyası genişlemişti. Daha ileriye gitmeliydim. Karacadağ'ın taşlarını
aşarak Diyarbakır'a gittim. Diyarbakır'da Kervansaray Otel'in avlusunda otağ
kurdum. Orada günler geceler boyu şiiri dinledim.
Kervansaray'ın
avlusunda sabahladığım gecelerde, şiir gökyüzünden yağmaya başlamıştı sanki.
Taşa bakıyorum şiir, güle bakıyorum şiir, servi ağaçlarına bakıyorum şiir.
Şadırvanda akan su şiir... O avluda duyduğum sesleri başka hiçbir mekânda o
kadar güçlü hissetmedim.
Daha
sonraları Kervansaray'ın eski adının “Deliller Hanı” olduğunu öğrendim. Delil,
rehber demekmiş. Hacca giden yolculara rehberlik edenlere verilen ad. Hac
yolcularının toplandığı bir durakmış Kervansaray. Güneye doğru yola çıkmadan
konakladıkları, iyi dileklerini, huzurlarını bıraktıkları bir avlu. Oradaki
huzur başka neyle açıklanır? Defalarca gittim geldim. İstanbul'a gitmek üzere
bindiğim uçakta durmadan yazıyordum. Ama İstanbul'a iner inmez kesiliyordu. Tek
kelime yazamıyordum.
Tekrar
doğuya gitmek üzere yola koyulduğumda yine başlıyordu. Böylece iki ay
boyunca gidip gelerek o sesi tamamladım. Daha doğrusu ses tamamlandığını bana
gösterdi. Şiirin duvarı kalındır. Ardında ne var, çok göstermez. Duvar
çekildiğinde neyi gizlediğini fark etmezsiniz artık. Böylece şiir kapandı.
Elimde koca bir defter vardı. Ama diğer kitaplardaki gibi işçiliği uzun sürecek
şiirler değildi. Dize yapısı akan bir formda, kısa oluşmuştu. Alt alta sırlanan
kısa dizeler. Neredeyse bitmişti.
Ben
şiirde seçmeye önem veririm. Çünkü vazgeçtiklerimizin bizi daha çok anlattığına
inanırım. Bizi anlatan, sahip olduklarımız değil, vazgeçtiklerimizdir. Ne kadar
çok kelimeden vazgeçersem, şiire o kadar çok yaklaşmış olurum diye düşünürüm
hep. Bilemiyorum. Terki terk'e varmak isteği belki de! Şiiri bu bakımdan
heykele benzetirim. Ekleme değil, eksiltme yaparım üzerinde. Yeniden yazdığım
yahut eklediğim çok nadirdir. Yazım süreci bitince, nelerden vazgeçeceğim ilk
okumada kendini az çok belli eder. İkinci okumada daha da netleşir. Böylece ilk
okumalardan kalanlar kâğıda geçirilir. Şiiri defterden kurtarıp beyaz bağımsız
bir sayfada görmek önemli... Çünkü şiir, sükûnetini o aşamada kazanır. Kendi
başına ne olduğunu o sayfada gösterir. Kâğıtta gördüğüm şiirin hangi sıralama ile
kitaba yerleşeceğini az çok bilirim. Yazılış ritmi, yerini az çok işaret eder
çünkü. Şiirler yerlerini bilerek gelirler.
İbrahim
kitabında şiirlerin işçiliği uzun sürmedi. Sadece sıralama ve bölümleme
konusunda çalışmam gerekti.
İlk
düzeltme, eksiltmelerden sonra daktiloda temize çektim. Daktiloda yazılmış
halini beyaz kâğıtlara geçirirken şuna dikkat ettim; ses nerde kapanıyor, imge
kendi mantığını nerede oluşturuyor. Şiiri kendi sükûnetine bırakmak için ses
nerede kapanıyorsa ve söylenen imgenin mantığı nerede tamamlanıyorsa orada
kestim. Bundan sonraki aşama şiirlerin sesli okunmasıydı. Günün farklı
saatlerinde, okumalar yaptım. Bazen sabah erken uyanıp yüksek sesle okuduğum
oldu. Çünkü şiirin henüz gün doğmak üzereyken algılanışıyla gün ortasında yahut
akşam algılanışı farklıdır. Bazen sevdiğim bir dizeden, günün başka
saatlerindeki bir okumada hiç hazzetmediğim için elediğim oldu.
Son
görevim sıralamayı yapıp, şiirlere başlık bulmak. Daha doğrusu başlıkları
beklemek; çünkü isim günü vardır. Bazı şiirlerin adı önden gelir. Fakat
çoğunun adı isim gününde zuhur eder. İsim için rüyaya yatmak gibi. O
günü/günleri genelde hissederim. Böylece kitabın adını da koyacak bir isim
halesi oluşur. Bütün o aşamaları geçen şiirleri bir dosya haline getirdikten
sonra, şiir duygusu gelişmiş ama şair olmayan tanıdıklarıma okuturum. İbrahim
kitabının dosyası hazırlandığında okumak üzere verdiğim herkesin bir solukta
bitirdiğini gördüm. Ara vermeden süren o okumalar, ses dışında, akışı da
çözdüğüm konusunda bana güven vermişti. Böylece çok da bekletmeden dosyayı
yayıncıma ulaştırdım. Yayıncım şiirlerin tamamından etkilenmişti. Diğer
kitaplarda olduğu gibi İbrahim'in Beni Terk etmesi dosyasına da, yayıncıma iş
bırakmayacak şekilde hazırlandım. İşimi tam olarak bitirip öyle sundum. Bu
anlamda editoryal bir destek almıyorum.
Tabii
bir de okuru kitaba çağıracak olan kapak var; kapak işin tek kolektif ve
keyifli yanı. İbrahim şiirlerinde dolaşan kaplanı yayıncım hissetmişti. Bana
“Bir kaplan gördüm ve bence kapakta o kaplan olmalı.” demişti. Somut bir kaplan
tasviri yerine stilize, soyut çizgiler düşündük. Zaten şiirde de kaplanların
çizgilerinden söz ediliyordu. Böylece kapak tamamlanmış oldu.
Şiirlerin
ilk halinden, kitap olana kadar geçirdikleri evrimi yaşamış olmak bana
fazlasıyla ilginç gelir. Şeyleri biriktirmeyi sevmediğim halde, bir gün
başkalarıyla da paylaşmak üzere, hiçbir eskizi yok etmiyorum. İlk defter
halinden son dosyalanmış haline kadar, arada defalarca yeniden yazılan şiirleri
tutuyorum. Şiirin hikâyesini bütün bu yazılanlardan daha iyi o arşiv anlatır
çünkü!
Her taş bir kelime Bejan Matur Tüm Yazıları Edebiyat Parkı ( www.edebiyatparki.com ) da
Bejan Matur Yazıları |
Hiç yorum yok: